Hakan Boyav: Oyunculukta önceliğim her zaman kendi yorumum oldu

Kurtlar Vadisi, Payitaht Abdülhamid, Teşkilat ve Karaağaç Destanı gibi yapımlarla tanıdığımız usta oyuncu Hakan Boyav ile keyifli bir söyleşi yaptık...
Sizin oyunculuğa başladığınız yıllardan günümüze kadar çok şey değişti. Artık dizi ve filmler için tek adres TV değil. Siz YouTube ile başlayıp dijital platformlara kadar uzanan bu süreci olumlu ve olumsuz yönleriyle nasıl değerlendirirsiniz?
Oyunculuğun televizyonda, sosyal medyada, dijitalde ya da tiyatro ve sinema yapılması benim için fark etmiyor. Çünkü siz iyi bir ürün ortaya koyabilirseniz, o ürün nerede oynanırsa oynansın alıcı gelir ve sizi bulur. Yani siz içerik ve sunuş olarak kaliteliyseniz herhangi bir sorun yoktur. Kaldı ki seçeneklerin çoğalmasını izleyenler için de oldukça iyi bir süreç olarak görüyorum.
İlk soruyla bağlantılı bir soru sormak istiyorum: Günümüzde sanat türlerinin melezleşmesini, hibritleşmesini çok sık bir şekilde görüyoruz. Diziler dijitale taşındı, orada interaktif bir formata dönüştü; romanlardan dizi/film uyarlamaları hiç olmadığı kadar revaçta. Siz aynı zamanda ödüllü bir çizersiniz ve çizim çalışmalarında da yapay zekâ büyük kolaylık sağlıyor vs. Peki, sizce, bu tür melezleşmeleri karmaşa mı yoksa zenginlik olarak mı görmek gerekiyor?

Oyunculuk bölümünde okurken bir hocam şöyle demişti: Doğada milyonlarca ağaç var. O ağaçlar sanat olmuyor da neden bir sanatçı doğadaki o “gerçek” ağacı tuvaline resmettiğinde ya da bir senaryo ve müzik hâline getirildiğinde sanat oluyor? Cevabı çok açık aslında, çünkü sanatçı doğada gördüğü o gerçekliğe kendi yorumunu katıyor. Peki yorum nedir? Bizzat sanatçının felsefesidir. Demek ki teknolojiden ne kadar yararlansak da bir şey’in sanat olabilmesi için sanatçının yorumu şarttır. Sanatçının gerçek imzası işte o yorum kabiliyetidir. Ben de sanat hayatım boyunca ister karikatür olsun ister oyunculuk olsun kendi felsefemi hep önemsedim. Yani yapay zekâ veya teknolojiden yararlanabiliriz; ama “yorum” bizim olmalı. Bu sebeple yorumu yapay zekâya bırakmayanlardanım...
Dünyadaki siyasi ve sosyal gelişmelerle beraber Türk seyircisinin eğilimleri ve talepleri konusunda da belirgin bir değişim süreci görüyor musun? Ya da 20 yıl önce beklentileri, öncelikleri ve hatta amaçları nelerdi seyircinin bugünden farklı olarak?
Ben 31 yıllık devlet tiyatrosu sanatçısıydım. 21 senedir de TV ve sinema sektöründeyim. Bu süreç içerisinde hayattaki her şey gibi kuşaklar değiştikçe seyirci tercihlerinin de değiştiğini gözlemledim. Artık her şey çok hızlı tüketiliyor... Çağımızın sabırsız seyirci tipolojisi de sanat eserlerinde felsefeden çok görseli ve şovu önceliyor. Hâl böyle olunca, felsefesi olmayan görsel şova önem veren diziler, filmler ve tiyatrolar da epey çoğaldı. Oysa yukarıda da bahsettiğim gibi felsefe ve yorumunuz görselden çok daha önemlidir. “Sanat matematik değildir, formülü yoktur” derler. Bu yanlış bir düşünce. Sanatın da bir formülü vardır. Şu şekilde: “SANAT = DOĞRU + İLGİNÇ OLAN”. Bu formülün sırası da değişmez. Yani siz önce doğruyu yani felsefenizi koyacaksınız. Bu doğrunuzu da olabildiğince ilginç bir şekilde aktaracaksınız. Yani önce yorumunuz olacak ardından da bu yorumunuzu ilginç kılarken istediğiniz görselliği kullanacaksınız. Ama günümüzde seyrettiğim işler genelde “SANAT = İLGİNÇ OLAN” kuralını önemsiyor. Fakat bence bu şekilde formül eksik kalıyor...

Sanatı besleyen birçok kaynak, etmen var elbette. İster dizi/film olsun ister tiyatro ister karikatür... Peki, burada okumanın rolü nedir? Yani bir oyuncunun iyi bir okur da olması ona sanatı noktasında neler katabilir? Bu noktada sizin okumayla; şiirlerle ve edebiyatla aranız nasıldır?
Sanatı, hele ki bir oyuncuyu en büyük besleyen şey gözlemdir, dolayısıyla sanatçı sanatın tüm kollarından beslenmelidir. Bir oyuncuyu ise en çok sokaktaki insanları gözlemlemek besler. Dolayısıyla sanatçı fildişi kulesine kapanıp kalmamalıdır, inancındayım. Sokaktaki insanlarla beraber olmak beni çok besleyen kaynaktır.
Birçok sanatçı ve felsefeci düzenli seyahatlerin, şehrin olumsuz yanlarıyla başa çıkmada vazgeçilmez bir panzehir olduğu düşünüyor. Peki, sizin seyahat ile aranız nasıldır ve sanatçının doğayla ilişkisini nasıl yorumlarsınız?

Ben de seyahat etmeyi sevenlerdenim. Şehir dışına gezilere gittiğimde, gündelik dertlerimi de geride bırakmış gibi hissederim. Yeni gezdiğim yerlerde gözlem yapar, o yerin kültürüyle heybemi doldururum. Ama sadece yeni bir yer görme hâlinden değil, sırf yolculuk hâlinden de zevk alanlardanım. Kendimizi bir tekne olarak düşünelim: Tekneler kendi limanlarında güvendedirler. Ama o tekneler sadece ve her zaman güvenli limanlarında dursunlar, beklesinler diye yapılmamışlardır...
Hemen herkesin bir yol/yolculuk hikâyesi vardır. Peki, sizin için yolculuğun mahiyeti nedir? Mesela yazar Nezihe Meriç yolculuk için “sürüklenme” diyor. Sizce hayat yolculuğuna sürüklenme diyebilir miyiz, bu biraz “edilgenlik” içeriyor çünkü…
Benim yolculuklar için hep söylediğim bir söz vardır. Sanırım sorunuzun da cevabı olabilir: Yol, tatile dahildir...
Şehirlerin sanatçılar üzerinde nasıl bir etkisi bulunur? Sizin üzerinizde hangi şehrin/şehirlerin ne gibi bir etkisi vardır? Ben Gebze doğumluyum örneğin. Gebze arada kalmış bir yerdir, Türkiye gibi. O yüzden zihnimi hep parçalanmış hissederim...
Ben ANKARA’da büyüdüm. Bu yüzden Kurtlar Vadisi’nde KARA rolünü bana verdiler. Şaka bir yana, herkes gibi ben de hayatımın bir döneminde de olsa, bana dokunan her kentten bir şeyler yüklenmişimdir. Şehirlerin özellikle kültürü ve mimarisi kişileri etkileyen en önemli etmenler arasındadır.
Son olarak, hangi şehre geç kaldınız?
Hiçbir şehre geç kaldığım inancında değilim. Yeter ki yol izin versin de gideyim...